Artık yok oluş çağındayız
“Bundan 20 yıl öncesinde çevrecilerin fantezisi olan olgu artık gerçeğe dönüştü. Artık alarm var. Düşünün ki jeologlar 6. yok oluş çağına girdiğimizi resmen kabul etmişler. Bugün atmosferdeki karbondioksit oranı 2025 yılında maksimum noktaya ulaştığında canlıların yüzde 70’lik kısmı büyük tehdit altında olacak. Ekilebilir arazilerin yaklaşık yüzde 25’i ekilemez duruma gelecek. Okyanusların 20 metre kadar yükseleceği de artık varsayım değil kanıtlanabilir gerçekler oldu.”
info@karadenizekonomi.com / 17.01.2021
Murat Gürsoy ile Karadeniz Sohbetleri’nde bu hafta konuğumuz Prof. Dr. Kenan Mortan. Yıllar boyunca Anadolu’yu karış karış gezen ve tespitlerini kaleme alarak çok sayıda kitaba imza atan Mortan ile değişen dünya düzeninden ülkenin ve bölgemizin ekonomik gerçekliklerine kadar pek çok konuyu ele aldık. Yeni bileşkeler, yeni yaşam biçimleri, insani duygular… Ama her şeyden önemlisi küresel ısınma…
-Pandemi süreci bize neyi öğretti?
-Yoksulluk ekonomisi üzerine çalışan ekonomistler der ki; “Eğer bir iktisatçıdan tahmin almaya başlıyorsanız bu astroloji mesleğini parlatmaya yarar.” Dolayısıyla iktisat tahmin yapma sanatı değil hangi işleri yapmamanız gerektiğini söyleyen bir bilim dalıdır. Yani maddi anlamda olanakları bilir ve bunlardan hangisinin hangi bileşkede insanlık için en iyiye yarayacağına kafa yorar. Dolayısıyla ‘pandemi sonrası ne olacak?’ sorusuna cevap olarak bu dönemde evlerimize kapanarak çalışmayı öğrendik diyebilirim. Anlaşılan o ki yeni durum hizmet sektörü için daha fazla süreceğe benzer. Bu olayı hizmet sektörü de çalışanı da sevdi.
-Şimdi o yeni bileşkeleri keşfetmenin yani yaşam biçimleri geliştirmenin zamanı geldi mi?
-Rotasyonlu çalışmayı öğreneceğiz. Gece vardiyalarında çalışmaya başlayacağız. İnsanlar kendi kendilerine yeterlilik anlamında yeni ve farklı bileşkeler keşfedecekler. Şehir toplumu olmak hazırcılık veya tüketim toplumu olmak değildir. Bakın Küba gibi ekonomik göstergeleri sınırlı bir ülkede evlerde iki milyon ton sebze üretildiğini öğrendim. İşte bahsettiğim bu türden bileşkeler. Bir başka boyutu da yaşam biçimleri değişecek. Fosil enerjiye dayalı yaşama biçimi olan benzin, doğalgaz ve termik esaslı enerji üretiminden vazgeçmek zorunda kalacağız. Covid-19 bu anlamda çok büyük bir alarm göstergesi oldu.
-Anlattığınız yaşam biçimlerinin büyümeye yansımaları nasıl olacak?
-Sadece üretmek ve ihraç etmek üzerine kurulu bir modelin sürdürülebilirliğinde yaşanan zorluklar ortaya çıktı artık. Yani ülkeler çok üretirlerse refah düzeyleri artar varsayımı yeniden gözden geçirilecek sanki. Daha az üreterek ve ihraç ederek ama aslında kendi dengesini koruma ve yeterliliğini sağlama imkânının düşünüldüğü bir yere doğru ilerliyoruz. İhtiyat payını da dikkate alarak bendeki izdüşümün bu yönde olduğunu söylemeliyim.
-Yani bir anlamda insani duygularımız daha çok mu öne çıktı?
-Dayanışma ekonomisini hatırlattı bize bu süreç. Toplumun unutmaya yüz tuttuğu askıda ekmek sistemini yeniden hatırladık. Eskiden var olan ancak unuttuğumuz başka örnekleri de hatırladık. Tıpkı İbn-i Haldun’un asabiyye ilkesinde olduğu gibi.
-Her ne kadar insani beklentiler ağır bassa da işletmelerde esas olan karlılık değil midir?
-Size Newyork Times’da okuduğum bir analiz konusu ile cevap vermek isterim. Bahse konu olay İspanya’nın Bask Bölgesi’ndeki Mondragon kentinde 96 kooperatifin ortaklığıyla kurulan bir sanayi oluşumuyla ilgili. Kooperatif denince ilk akla gelen tarım olur ama buradaki kooperatifleşme tamamen sanayiye yönelik. Bu oluşum kriz döneminde ne fabrika kapatmış ne de devletten yardım istemiş. Çünkü finansal kaynak Mondragon Havuzu diye bir sistemden sağlanmış. Demek ki kâr odaklı olmayan işletmeler pandemi sürecinde iyi bir sınav verdiler.
-Benzer bir uygulamaya ülkemizde tanıklık etmek ne kadar mümkündür peki?
-Mümkündür. Çorum’da Alapala Makineleri de İsmail Alapala öncülüğünde bir gün bile kapanmadan dünyaya un makineleri satışını sürdürdü. Yani bu planlamayı iyi yapabilenler sadece kârı tek türev olarak görmeyen işletmeler yarattıkları farkındalıklarla yol aldılar.
-Bu iklim değişiklikleri de ne oluyor?
-Bundan 20 yıl öncesinde çevrecilerin fantezisi olan olgu artık gerçeğe dönüştü. Artık alarm var. Düşünün ki jeologlar 6. yok oluş çağına girdiğimizi resmen kabul etmişler. Bugün atmosferdeki karbondioksit oranı 2025 yılında maksimum noktaya ulaştığında canlıların yüzde 70’lik kısmı büyük tehdit altında olacak. Ekilebilir arazilerin yaklaşık yüzde 25’i ekilemez duruma gelecek. Okyanusların 20 metre kadar yükseleceği de artık varsayım değil kanıtlanabilir gerçekler oldu.
-Aslında yaşananlara ilişkin olarak 2005 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması’nda bu sonuçlar öngörülmemiş miydi?
-Evet, o tarihte Paris İklim Konvansiyonu adıyla OECD gözetiminde ülkeler arasında bir anlaşma imzalandı ve sanayi öncesindeki dönemin iki derece altına düşülmesi gündeme getirildi. Her ne kadar bu anlaşmaya imza koyan ama ülkesinde uygulamayanlar arasında Türkiye de olmakla birlikte dünya genelindeki tüm ülkeler fosil enerji kullanımında fazlasıyla cüretkâr davranıyorlar.
-Konuyla ilgili AB’de bir plan hazırlamıştı bildiğim kadarıyla…
-Doğrudur ve oldukça gerçekçi bir çalışmadır ve der ki; sera gazları etkisinde 2030 yılı için ben 1990 yılı değerlerine geri döneceğim. Yani havayı ancak o dönemdeki karbondioksit oranları kadar kirleteceğim. Bu da gösteriyor ki tüm dünya bu noktada hedeflerini tekrar tekrar gözden geçirmelidir. Kolay kalkınmacılık bir tarafa bırakmalıdır.
-Buradan Karadeniz Bölgesi’ne bir izdüşümü yaparsak neler söylersiniz?
-Karadeniz’in dere yataklarına HES’ler yapılmamalı derim. Şehrin göbeğinde altın aramalarına son verilmeli ve en önemlisi yenilenebilir enerji kaynakları yaşamımızın birinci önceliği olmalı derim. Bu da yaşamsal değişikliklerin bizden başlaması gerektiğini gösteriyor. Hem de bugün, hemen ve şimdi. Yaşadığımız konutları veya işyerlerini yenilenebilir enerjiye uygun hale getirmeliyiz. Ulaşım tercihlerimiz de değişmesi araba yerine bisiklet kullanımı özendirilmeli. Yoksa uzmanların söylediği gibi sera gazlarının öldürücü etkisi ile dört yıl sonra kitlesel ölümlerle karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olacak.
-Dünyada yaşanan iklim değişikliğinin baş aktörleri hangi ülkelerdir?
-En büyük kirletici ülkeler ABD ve Çin. Ayın 20’sinde yeminini edip göreve başlayacak olan ABD Başkanı Biden’ın bir buçuk trilyon dolarlık yenilenebilir enerji destek programını başlatacak olmasını insanlık açısından çok önemli buluyorum. Dolayısıyla en büyük kirletici olan bu iki ülke yani ABD ve Çin’den bir hamle gelmediği zaman Uganda veya Malavi ekonomisi bu değişikliği sağlayamaz.
-Ve tabi ki ülkemiz açısından gıda güvenliği de önem kazanacak öyle değil mi?
-Burada doğru bilinen bir yanlışı ortaya koyalım. Türkiye özellikle son 20 yılda tarımsal üretim anlamında kendine yeten bir ülke değil. Daha öncesinde olabilir ama şimdi artık değil. Hatta net gıda ürünü ithal eden bir ülkeyiz. Nedeni birkaç sayfaya veya birkaç programa sığmaz. Ülkemiz tarım alanında parçalı üretim cenneti konumunda artık. Üretici küçük alanda daha fazla verim almak için pestisit denilen zehirli maddeler kullanıyor tarlalarında. Hatta bir doz uygulanması gereken alanlara üç doz uygulandığını da görmekteyiz. Ülke genelinde bu zehirli madde kullanımının rakamsal değeri 60 bin ton pestisit kullanılıyor. Türkiye neden tüketicisine kanserojenli ürünler sunuyor ve hiçbir kontrol mekanizması da yok. Bir de işin miras hukuku tarafı var. Türkiye 2002 yılında medeni kanununu değiştirirken miras hukuku hükümlerini değiştirmeyip sahip olunan arazi kardeşler arasında eşit olarak paylaştırılır savında ısrarcı oldu. Ne yaptı? O tarihlerde kişi başına 50 dönüm olan alan miktarı şimdi 7 dönüme kadar düştü. 7 dönüm alamda ekim yapan çiftçi Ordu’da fındık dahi yetiştirse elde edeceği gelirle yaşaması mümkün değildir. Domatesten en fazla bir bilemedin iki kez ürün alınabilirken bu üründen dört ayrı hasadı nasıl yapabilirsiniz? Tabi ki ilaçla…
-Biraz da küresel öngörülerden söz edelim. Özellikle ABD’li ekonomistlerin geçmişten bu yana AB ile ilgili bir takım senaryoları vardır. Bu tür senaryoları gerçekçi buluyor musunuz?
-Hayır. Şöyle ki hem ekonominin para birimi güçlenecek hem de o birlik dağılacak. Bu zorlama geliyor bana. AB ülkeleri arasında 2021 yılı içinde çatışma olacağı öngörüleri bir kehanetten öteye gitmez.
-Karadeniz ekonomisi üzerine konuşalım biraz da. Referans göstergeler olan en büyük ilk ve ikinci 500 sıralamalarında Karadeniz Bölgesi’nden de çok sayıda firma olmakla birlikte kazancın bankalara gittiği yönünde bir eleştiri var. Siz bu konuda neler söylersiniz?
-Demek istiyorsunuz ki şirketler bankalara mı çalışıyor? İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali’nin bir sözüyle karşılık vereyim. “Bu plak Eminönü’nde çok satar. Bu plak satar belki ama halkın parasının emanetçisi olarak bizim mal ettiğimiz bir paranın altında size veriyorsak emanete ihanet ediyoruz demektir.” Bu tespit sayın genel müdüre aittir ve ben bu tespite katılıyorum. Burada dikkate dilmesi gereken ilk 500’de yer alan şirketlerinin faaliyet karlılıklarıdır. Ve 100 yıllık geçmişi olan bu firmalar teknolojiye yatırım yapmadıkları, çeşitlilik yaratmadıkları ya da yenilikçilik getirmedikleri için faaliyet karları düşüyor. Yani sadece sürümden kazanır olmuşlar. Yüzde 30 düzeyindeki öz kaynakla işleri çevirmeye çalışıyorlar. Düşünün ki Ar-Ge yapan şirket sayısı da benzer şekilde geçen yıllara oranla düşüş göstermiş. Bu koşullarda bankalara çalışmayıp ne yapacaklar. Tespit doğrudur ve çözüm yolları da saydıklarımdır. Ve Türk sanayi tablosunun hızla gıda ve tekstil yumağından çıkması ön koşuldur. Örneğin makine sektörü için 50 milyar ihracat hedefi konulmalıdır.
-Yine bölgeden devam edelim. Sizce bölgemiz potansiyelini yeterince ortaya koyabiliyor mu?
-Türkiye yüzölçümünün yüzde 19’unu kaplayan ama nüfusunun sadece yüzde 9’unu oluşturan -ki 1940’larda bu oran yüzde 45’ler düzeyindeydi- oldukça fazla göç veren ve nüfusunun ancak yüzde 50’si kentlerde yaşayan ayrıca çalışabilir nüfusunun yüzde 60’lık kısmı tarımda istihdam edilen Karadeniz ekonomisinde potansiyelini kullanmaktan söz ediyorsak öncelikte eko sistemine bakmak gerekiyor. Bunu bir sanayi potansiyeli olarak görmemiz mümkün değil. Dolayısıyla büyük şirket beklentisi bu topografik yapıda zor görünüyor. Bir de Karadeniz insanının tamamı bölge itibariyle orta gelir tuzağının içinde. Kişi başına düşen geliri 10 bin doların altında. Bu sorunu kesinlikle çözmek zorundayız. Ama bu şirketlerden neden daha fazla yok diye sorgulayarak değil. Örneğin çayda olduğu gibi tarımda farklılaşarak olabilir.
-Yani 1924 yılında Zihni Derin’in yaptığı gibi mi?
-Tam da öyle. O yıllarda Gürcistan’a giden ve bir bavul dolusu çay fidanıyla dönen Zihni Derin, Cumhuriyet hükümetlerinin bir yasayla 1940’lı yıllardan itibaren bölge çay ile tanışıyor. 1924’ten 1940’a kadar tartışılmış inişler çıkışlar olmuş ama sonuçta olmuş. Şimdi benzeri yeni projelere ihtiyaç var. Bunu bir ara kivi üretiminde denedik ama dünyada üreticileri çoğaldı. Tıpkı fındık gibi yılda iki buçuk ila 4 milyar dolar arasında ihraç geliri oluşturmaya kafa yormak zorundayız. İnsana dokunan insanla birlikte doğayı tahrip etmeyen ve göçe yol açmayan projelerden söz ediyorum.
-Turizmde yol alınamaz mı?
-Siz eğer DOKAP planında yazdığı gibi bir turizm derseniz ondan sonra da o yolun adını “yeşil yol” koyup ormanları yok etmeye kalkarsanız ben de buna insansızlaştırma projesidir derim. Oradaki evler gidecektir pansiyon olarak kullanılacaktır. Bu anlamda ya DOKAP yanlış ya da yeşil yol projesi yanlıştır.
-Yani yine yaratıcı projelerden bahsetmeliyiz…
-Tam anlamıyla öyle. Biz Karadeniz Bölgesi’nde son 20 yılda hangi projeleri hayata geçirmişiz. Filyos Vadisi projesi, Ordu-Giresun Havalimanı, Giresun’da Ticaret Borsası’nın lisanslı depoculuk projesi ve bir de Samsun’da medikal sağlık alanında Mediküm. Koca 20 yılda bu kadar sınırlı projeyle bölgenin çehresinin değişmesini bekleyemeyiz. Yani yeni modellere ihtiyacımız var. Bakın Kastamonu’da dönemin valisinin öncülüğünde Çekül Vakfı ve Metin Sözen hocanın da katkılarıyla doğa temelli bir eko turizm projesi hayata geçirildi. Bu projeyle Kastamonu, Ankara’ya olan yakınlığı ile nispeten ekmek yemeye başladı. Sistematik olarak 25’e yakın konak yenilendi. Ama mesela Tokat bu derinliği yakalayamadı.
-Son olarak fındığı soralım…
-Fındık en önemli ihraç ürünümüz. Ürünün alımı veya satışı konusunda İtalyan kaynaklı şirkete eleştiri getirmektense yeni piyasa ve arz-talep mekanizmaları oluşturmalıyız. Giresun Ticaret Borsası’nın bu anlamda tamamladığı lisanslı depoculuk çalışmaları çok önemlidir. Fındıkta verim ve kaliteyi artırmak için tıpkı çay örneğinde olduğu gibi bir yenileme projesine ihtiyaç vardır.
-Çok teşekkür ediyoruz…