1983 YILINDA YAZILMIŞ DUYGU DOLU BİR YAZI ”KAHRAMAN BEY NE OLUR…”
Geçtiğimiz haftaki iki sayımızda bir ve ikinci bölümünü yayımladığımız ‘Sağra Ailesi’ hikayesinin bu hafta üçüncü kısmı sizlerle.
info@karadenizekonomi.com / 20.12.2021
Gazeteci Rıza Şimşek 1983 yılında Ordu Sesi gazetesindeki köşesinde Kahraman Sağra ile yazılarına devam ediyordu. “Kahraman Bey Ne Olur…” başlıklı makalesinde Rıza Şimşek Kahraman Bey ile yaşadığı duygu dolu bir hatırasını şöyle anlatıyordu:
“İngiliz Düşünür Thomas Carlyle şöyle diyor: “… Bu dünyada yaşamış bulunan, yaşayan ve yaşayacak olan bütün şeyler kaybolacaktır. Ama insanlar, büyük adamlara karşı duydukları saygıyı, hayranlığı, kalben bağlılığı yüreklerinden kalben söküp atmaya muvaffak olamamışlardır…”
Geride bıraktığımız 10.7.1983 günü toprağa verdiğimiz Kahraman Sağra’ya karşı duyduğumuz saygıyı, hayranlığımızı, ona olan bağlılığımızı unutmamıza düşünürün söylediği gibi gerçekten olanak yoktur. Yine İngiliz düşünürün söylediği gibi “Bu dünyada yaşamış bulunan, yaşayan ve yaşayacak olan bütün şeyler kaybolacaktır. Biz onlara hüzünle veda etmeye mecburuz.” Diyorsa da bu büyük insan Kahraman Sağra, maddesel olarak ayrılmış olabilir; fakat bu şehirde o, öyle sanıyoruz ki, yüzyıllar geçecek ve yine anılacaktır. Yaşamın hemen her kademesinde soluklanmış; acı ve tatlı günler ve devirler yaşamış, çile çekmiş, çileleri atmasını başarmış, sonunda ise “iyiliksever” olmanın mutluluğuna erimiş bir insandı.
Kahraman Sağra'nın bana yaptığı bir moral desteğini burada anlatmadan geçemeyeceğim. ORKENT Kooperatifi Yönetim Kurulu Başkanı bulunduğum bir sırada, hiç akılda olmayan ve olması düşünülmeyen bir olayla karşılaşmıştım. İstanbul’dan “UMSA” diye bir Şirket Kooperatifi üç milyon borçlu göstermiş ve Kooperatifin tüm taşınır-taşınmaz malların, bankalardaki mevduatlarına haciz koydurmuştu Başımdan böylesine bir olay geçmediği için, moral olarak çökmüştü. Bunalımlı bir döneme girmiştim adeta. Bir akşam Kahraman Sağra Matbaaya uğramış ve kahvesini içiyordu. Benim bir sıkıntı içinde olduğumu görmüş ve “Hasta mısın?” diye sormuştu. Kendisine hasta olmadığımı, fakat hasta olacağımı söylemiş ve başımızdan geçen olayı anlatmıştım. Ölünceye dek unutamayacağım anılarımı, ya da anımı işte o anda örmeye başlamıştı.
—“Rıza Bey, sen benim hayatımı bilir misin?”
—Tanıdığım kadarı ile...
—Hayır, ben bir tarihte iflâs ettim… Etrafımda tek bir dostum kalmamıştı. Tamamen yıkılmıştım.
Şunu unutma ki; Kahraman Sağra yıkıldığı zaman yanında kimseyi ulamamıştı. Fakat bir Rıza Şimşek yıkılırsa, yanında her zaman Kahraman Sağra vardır. Neden üzülüyorsun? Para ile hal olacak iş mi bu? Daima yanındayım. Hiç korkma ve üzülme… İşte bu birkaç cümleden ibaret olan sözler beni o anda ferahlatmış ve tüm sıkıntımdan kurtulmuştum. Kahraman Sağra bu idi…
Bugüne dek olduğu gibi ebedi hayata intikal ettikten sonra da böyle kalacaktır. Bu benim çocuklarıma da bir “vasiyetim” olacaktır. Ölümsüz insan kahraman Sağra için günlerce yazı yazsam, onu yine anlatmama ve ona karşı olan saygımı ve sevgimi dile getirmeme imkân yoktur. Kahraman Bey, kendi deyimi ile “İflas etmiş” ama kimseye avuç açmamıştı.” O zengin” olmuş, fakat “faiz” denilen canavar kıskacı içine kimseyi almamış, herkese elinden geldiğince yardım etmiş ve derdine ortak olmuştur.
Nitekim günlerdir şehirde konuşulan ve günün konusu haline gelen hep odur… Tüm Ordulular Kahraman Sağra’yı hayırla yad etmekte ve kaybından duydukları üzüntüyü belirtmektedirler. Güzel adam, tatlı adam, sevecen adam, saygıdeğer adam Kahraman Sağra! Senin için öldü diyorlar. Ben buna inanmıyorum. İnanamıyorum.
Seninle geçenlerde beraber, hani Perşembe ilçesine kadar gitmiştik de, önüne henüz uçmasını yeni öğrenen bir serçe yavrusu konmuştu. Eğilip onu yerden aldın, masamıza getirip koymuştun da, uzun uzun hem sevdin ve hem de “acaba, annesi nerede?” diye sorup, o yavru kuşa çok acımıştın… İşte sen o günkü kadar tüm duygularla birlikte bizim kalbimizde yaşıyorsun, aziz ve sevgili büyük dostum…
KAHRAMAN AĞA
Usta Gazeteci rahmetli Uğur Gürsoy da Kahraman Sağra’yı ölümünden sonra yazdığı bir makalesinde onu şöyle ifade etmişti… “Ben Kahraman Sağra’yı çocuk yaşlarımda tanırdım. Babam Alirıza Gürsoy’un arkadaşı idi. Bizim Gürses Matbaasına gelirdi. Çoğu zaman babamla oturur, dertleşir, memleket sorunlarını görüşürdü. Zaman zamanda da bizim Gürses Gazetesinde “Ahmet” imzasıyla şiirleri yayınlanırdı… Orta boylu, sarışın, bir parça da omuzları düşüktü. Hani o çocuk aklıma göre,” Bu amca da” hiç de ağalık görmezdim. Mütevazi bir insandı. Nazik sesinin simgelediği bir şahsiyeti vardı…
Sonra, sonra büyüyünce Kahraman Ağa’yı daha yakından tanıdım… Hele Milletvekili olduğu dönemlerde biz genç kuşaklarda partilerde görev aldığımız için onunla daha içli dışlı olmuştuk. Onun Mecliste olmasını çok istiyorduk. Yıllardır derdine çare bulunamayan fındığı, O, en iyi şekilde Mecliste dile getirir diyorduk. Onun için oylarımızı Kahraman Beye vermiştik. Ama Kahraman Sağra’nın Meclis’te bulunduğu devir “Talihsiz Devir”di. İktidar- Muhalefet çatışması tüm hızıyla sürüp gidiyordu. Hem de en sert şekliyle. Oysa Kahraman Sağra’nın karakteri böylesine sertliğe cevaz verecek yapıda değildi. Milletvekili olduğuna da olacağına da pişman olmuştu. Nitekim o devirden sonra bir daha politikaya pek karışmadı… Kahraman Sağra her şeyden önce yeniliği çok seven bir iş adamıydı… Onu, modası geçmiş fındık değirmenleri tatmin etmiyordu. Fındık işinde bir yenilik arıyordu. Tefeciliğe şiddetle karşı çıkan Kahraman Ağa, fındık işinde bir atılım yapmıştı. Oğullarıyla birlikte fındığı sanayiye dönüştürmüş ve bugün Ordu’yu dünyaya tanıttığı Sağra Müessesesini kurmuştu. Ve artık Kahraman Sağra mutluydu. Nasıl mutlu olmasın ki? Kahraman Sağra son nefesini verirken işte böyle mutlu bir kişiydi, çünkü “Başarmıştı” Hem kendi için hem çocukları için hem de Ordu için başarıya ulaşmıştı.
Şimdi 1983 yılı Kasım ayının son günleri gözlerimin önünde. Fahri Beyin “Kasrı Çelebisi’nde toplanmıştık. Aramızda büyüklerimiz vardı. Rasim Akyol, Arif Hikmet Onat, Dr.Yekta Karamustafaoğlu, H. Ali Köksal ve Kahraman Sağra. Genç arkadaşlarımız mükellef bir müzik ziyafeti çektiler. Bir ara “Eski Dostlar” şarkısını söylemeye başlamışlardı. O büyüklerimiz, o yaşı 70’leri geçmiş, baba dostlarımız bu güzel ve manalı şarkıya gözyaşlarıyla katılmışlardı. Hele, hele Kahraman Ağa. Çocuklar gibi ağlıyordu ve “Bu akşam sona ermesin. Ben son 25 yılımı boşuna yaşamışım. Bize böylesine bir mutlu geceyi sunan gençlerin çoğunu da tanıyamıyorum” diyerek hayıflanmıştı. Sonra da ev sahibi Fahri Çelebi’ye, “Evlat, ayda bir böylesine bir gece de buluşalım” demişti. Bir daha buluşamadık, Kahraman Sağra amcayla. Oysa sizi o gece mutlu görünce asıl biz mutlu olmuş, sevinmiştik. Sizleri mutlu edebilmenin mutluluğunu duymuştuk. Kuşaktan kuşağa ses getirmiş, kuşaktan kuşağa bağ kurmuştuk. Kahraman Sağra’nın vefatıyla Ordu’nun ticari ve sosyal yaşamında koca bir çınar devrilmişti. O dev çınarın gölgesinde artık umutsuzluklarımızı, umuda dönüştürmeyeceğiz. Ama ne var ki, O’nun kurduğu “Sağra” müessesesi Ordu’nun bir simgesi olarak kaldıkça Kahraman Sağra içimizde yaşayan bir “Ağa” olarak kalacaktır. Ruhun şad, mekânın cennet olsun.”
Deneyimli Gazeteci Rüştü Baş’da, Kahraman Sağra için özetle şunları yazmıştı. “Kahraman Sağra, Ordu’nun sosyal hayatında, geldiği köy kökenini hiç unutmayan, Ticaret hayatında daima dürüst, Parlamenterliğinde Ordu’nun dört dörtlük bir temsilcisiydi. Kahraman Sağra, çok severdi. Raif ve Bayram Vardar kardeşlerin şekerci dükkânında Kahraman Bey, her gün 25 kuruşluk tahin helvası yerdi… Helvanın insanın içini ısıttığını, sıcak tuttuğunu söyleyen Kahraman Sağra, Ordu tarımına dayalı Sağra Mamulleriyle’de, Türkiye’ye çikolatayı tanıtmış ve tüm dünyaya tatlı yedirmeyi de başarmış bir insandı.”
“BEN AĞAMI KAYBETTİM.”
Emekli Öğretmen ve Yazar M. Hilmi Acar da Karadeniz 52 Gazetesinde “Ben Ağamı kaybettim.” başlıklı yazısında Kahraman Sağra ile ilgili yaşadıklarını özetle şöyle dile getiriyordu. “Kahraman Sağra ile arkadaşlığımız ilkokul sıralarında başlamıştı.1920 yılı idi. Kurtuluş savaşı başları idi. Kahraman Bey, aynı zamanda Rahmetli H. Mustafa Katırcıoğlu Ağanında yeğeniydi. Aynı Selimiye mahallede otururduk. Evlerimiz 50-60 metre aralıklıydı. İlkokul ikinci sınıfta İslam Tarihi, Sarf ve Nahiv, Coğrafya gibi yaşımızla mütenasip olmayan ağır ve zor dersler görüyorduk. Ezberciliğe zorlanıyorduk. Başarı sağlayabilmek için de çok çalışmamız gerekiyordu. Üçümüz sırayla birbirimizin evlerinde toplanıp harıl harıl derslerimize çalışıyorduk.
Kahraman çok zeki ve hafızası kuvvetli, ayrıca bizden iki yaşta büyüktü. Okuduklarını çok çabuk kavrıyor, bizi de konular etrafında aydınlatabiliyordu. Hayat şartları onun öğrenim görmesine imkân verseydi herhangi bir sahada akademik kariyer yapabilirdi. Kahraman Sağra, kariyerini sonradan pratik yollarla ekonomi sahasında iktisap etmeğe muvaffak olmuştur. Meydana getirdiği Sağra adlı eser bunun canlı bir örneğini sergiliyordu…
Kahraman Sağra ile ilkokul sıralarında başlayan tanışma ve arkadaşlığımız tam 63 yıl devam etti. Ben ve H. M. Katırcıoğlu Hamdullah Suphi Bey İlkokulunda kaldık. Kahraman Sağra ise nedense yeni açılan bir okula nakil oldu. Ama okullarımız ayrı olsa da mahalle arkadaşlığımız ve aile dostluğumuz tam bir uyum içinde her zaman sürüp gitti… Kahraman Sağra, orta eğitimini tamamlamağa vakit bulamadı. Kahraman Bey, babasından kalma çok geniş bir mal mülk varlığına sahipti. Kahraman Bey, özel hayatında öyle umulmadık pozisyonlarla karşılaştı ki, bir ağa olarak öğrenimine devam edemezdi.
Çocuk denecek yaşta babadan kalma bu büyük mal ve mülk varlığının sorumluluğunu düzeltmek için şehirden göç ederek Uzunisa’daki konağına yerleşti, durumunu düzeltinceye kadar şehre taşınamadı. Onun köyde oturduğu yıllarda ben, Arpaköy’de öğretmen idim. 1931-1932 öğretim yılı kışında iki geceliğine Kahraman Ağanın konağında misafir kalmıştım. Kahraman Ağanın rahat ve asude bir yaşamı vardı. Eski iki arkadaş olarak o iki geceyi geç vakitlere kadar konağın ocak başında sohbet ile geçirmiş ve okul, mahalle anılarını tazelemiştik. Ablasından olan ilk yeğeni Süleyman Felek o sırada 5-6 yaşında idi ve onun dizinden aşağı inmiyordu.
Kahraman Bey köyde daha çok kitap okuyarak vakit geçiriyordu. Ciltler dolusu kitaba sahipti. Kendine ait kitaplar dışında gayet muntazam ciltlenmiş Refik Halit’in ilk kez gördüğüm kitapları da oradaydı. Ayrıca Tarih-i Cevdet ile Naima Tarihi gibi hepsi de iyi ciltlenmiş hayli önemli kitap daha vardı ki hepsi de Felekzade Süleyman Ağa patentini taşıyorlardı...
(…) Kahraman Ağa, babadan kalma bu büyük mal ve mülk varlığının sorumluluğu altına girdikten sonra ölünceye kadar sessiz ve alttan alta fakat çetin bir ekonomik savaş içinde hayatını geçirdi. Ekonomik durumundaki zikzakları düzeltmek için iradesini, zekâsını seferber etti. Kendisi gibi yirmi tane Kahraman Sağra’ya yetecek kadar geniş arazilerinin müstecir, yarıcı olanlarını, yine o müstecirlere, insaflı, anlayışlı bedellerle, onları sıkmadan taksitlerle satarak bir nevi arazi reformu yaptı. Türkiye’de bu şekilde arazi reformu yaparak bir ikinci şahıs daha yoktur. Mal varlığı hesaplayıp ileride çocuklarına yetecek kadarını zaten geride bıraktı.
Kahraman Sağra, 1930’lu yılların sonlarına doğru durumunu düzeltti, tekrar şehre taşındı. İşyeri açtı. Evlendi ve çocukları oldu. Hepsi de sağlıklı ve hayırlı bir biçimde büyüdüler. Kahraman Bey, iş hayatına yılmadan, usanmadan devam etti. Kâr zararı, zarar karı kovaladı. Battı, batacak denilen dönemler yaşadı. Zarar da etti. Ağa yine o Ağa. Yaratılıştan, mizacındaki alçak gönüllülük, sabır, tek kelime ile efendiliğinden en ufak fire vermedi. Derdini kimselere belli etmedi.
Kahraman Ağa, iş hayatına devam ederken bir yandan da politikaya atıldı. Bir devre milletvekilliği de yaptı. 1957-1960 yılları dönemsel olarak partiler arası ilişkilerin çok gergin olduğu bir dönemdi. Kahraman Sağra’nın milletvekilliği yaptığı yıllar ona Ordu ve fındık bölgesi için düşündüğü girişimleri yapmasına imkân vermedi. Kahraman Bey, politik arenada mizacına uygun bir ortam bulamayınca tekrar adaylığını koymadı ve kurulu olan Ordu’daki işinin başına döndü.
Kahraman Sağra, yarım asır süren iş hayatının başarıda doruk noktasına ulaştığını görmek mutluluğuna erdi. Yetiştirdiği evlatları sayesinde ölürse gözünün geride kalmayacağının garantisinin huzurunu derinden duyduğu içinde rahattı. Türkiye’de mevcut olan 100 özel sektör kuruluşu arasında 35. sırayı alarak çok sevdiğinden kuşkumuz olmayan Ordu’sunun adını tüm dünyaya duyurarak pekiştirdi. Ama son zamanlarında Kahraman Sağra’nın sağlığı yerinde değildi. Avrupa’da ve Türkiye’de yaptırdığı tüm tedavi ve müdahalelere rağmen günden güne eriyordu. Sağlık durumunun kritikliğini bildiği halde metanetini bozmadı. Yaşantısındaki bazı alışkanlıkları terk etmek gereğini bile duymadı. Aksine Kahraman Bey, içtiği sigarayı puroya, arada bir yudumladığı rakısını ise viskiye çevirdi. Kahve ise en sık musafaha ettiği keyif ortaklarından biri idi.
Alçak sesle ve kibarca konuşmak, sevimli bir şekilde gülümsemek, alçak gönüllü, sabırlı, vefalı olmak gibi birçok güzel özellikleri olan Kahraman Sağra’ya, ben öteden beri kısaca “Ağa” diye seslenirdim. Kahraman Bey de bana en kibar, en yavaş sesi ile “Mehmet” diye gülümseyerek seslenirdi. Genellikle herkese karşı aynı şekilde davranırdı. Acaba, yüksek sesle karşısındakine hitap ederse, karşısındakinin alınıp, kalbinin kırılacağını mı sanıyordu. Değildi, elbette… Ama Kahraman Sağra, yaradılışındaki kibarlık, efendilik, çelebilik bunu icap ettiriyordu. Neşesi de ölçülü idi. Neşelenir, güler, söyler, fakat kaba kahkaha ile güldüğünü gören işiten olmamıştı. Tatlı tatlı gülümser veya gülerdi. Kahraman Ağa keyif bağışlayan, içi dışına uymayan bir insan değildi. Dediği ne ise doğru idi. Makul olmak, her zaman bu makuliyet çerçevesi içinde bulunmak başlıca üstünlüklerindendi. Kahraman Ağa işte böyle güzel ve üstün özelliklere sahipti. Ağa, son günlerde ölümünün yaklaştığının farkında idi. Ancak onda büyük bir metanet ve teslimiyetle akıbetini bekleyen bir hali vardı.
TIFLI SAVAŞKAN’DAN KAHRAMAN SAĞRA'YA BİR ŞİİR…
Faiz yarışıyla kale kuranlar,
Denizi doldurup kira alanlar,
Bir dönüp baksalar harap ekonomiye
Kahraman sesleniyor ekranlarından.
Hazinedar geçti tantana ile
Şıhmanlar göçtü kimseler duymadan,
Feleğin çarkı döndü durmadan geriye,
Sağra tanıttı Ordu'yu dünyaya.
İnsancıl kalpli büyük insan Kahraman,
Dostlarına sadık o cömert insan,
Halkın sevgisini kazandın ne mutlu sana,
Her kişinin karı değil böyle geçmek dünyadan.
Ordu’lular öğünür o güzel eserlerinle,
Yüzlerce vatandaşı ekmek sahibi yaptın
Ekmeğini yiyen, çorbanı içen işçiler,
Her lokmada sana dua ederler.
Dile kolay elli yıl dostluk yaşattık bir arada,
Kardeşçe kucaklaştık yurt sevgisinde,
Tıflı yanar, Tıflı ağlar, ateş yanar kalbinde,
Tanrı mağfiret eylesin sevgili Kahraman’a
ORDU’DA ÇİKOLATANIN VE FINDIK SANAYİNİN BAŞLAYIŞ ÖYKÜSÜ
Ordu Sesi Gazetesi sahibi ve gazeteci Atilla Şimşek, 2013 yılı Ekim ayında köşesinde “Çikolata Manisa” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Sağra ailesini çok yakından tanıyan ve yaptıkları atılımlara daima şahit olan Ordulu usta gazeteci Atilla Şimşek yazısına şöyle devam ediyordu.
“Yıl 1964 idi. Ordu Şarkiye Mahallesinde Fatma Hatun sokakta bir devrim yeşeriyordu. Fındık için bir milat başlıyordu. Öncesini de iyi hatırlıyorum. Sezonun ilk fındık vagonu iskeleye gönderilirken kamyonun üst önünde renkli bir çuvalda 80 kg. iç fındık ve gelin telleri ile süslenmiş koç kurban edilmek üzere şehrin sokaklarından geçerek ya mavnaya veya rıhtımdaki gemiye giderdi. Limanda 7 şilebin fındık almak için günlerce demirlediğini gün gibi hatırlıyorum. Rıhtımda gemiye yüklenmek için bulunan fındık çuvallarının üzerine oturur tek kancamızı yemleyip balık tutmak için saatlerce bekler, İnanın kocaman istavritler yakalardık.
Dedim ya 1964 fındığın miladı diye. Fındık kara çuvaldan modern karton ambalajlara girdi, Tır denen kamyonu ilk kez Sağra fabrikasının kapısında gördük, 12 ay boyunca fındık işçisi işinde çalışmaya başladı hem de SSK’lı olarak. Üstüne üstlük su bardağına konmuş “Nugatella” yani kakaolu fındık kreması, üstelik en az %40-50 fındıklı idi. Sonra Fatma Hatun sokağa tankerler gelmeye başladı. Yurt dışına fındık borulardan sıvı olarak tankerlere doldurulup gitmeye başlamıştı.
Rahmetli Kahraman Sağra Başkanlığın da Ünal Sağra Almanya’dan Ordu’ya yeni teknolojiler, makinalar gönderiyordu. Fındığın üzerindeki toplu iğne başı kadar fındık zarını ayıran seçiciler bile Ordu’da fabrikanın içinde çalışmaya başlamıştı. Merhum ustamız Kenan Mağden çok yetenekli bir makine ustasıydı. Kenan Usta, Avrupalının makinasının daha büyüğünü ve daha güzel fındık kavuran makinalarını, diğer türevlerini Ordu’da atölyesinde tornasında bir bir yapmaya başlamıştı. Bu çalışmalar fındık entegre tesislerinin kurulmasındaki km taşlarını oluşturuyordu. İlk Tadelle (Nugat)formülü Samsun Melodi çikolata atölyesinde üretilip Sağra fabrika binasının altındaki dükkânında helva gibi kesilip kilo ile satılmaya başlanmıştı. Bu ilk Sağra dükkânın da ortalama on’un üzerinde fındık ve mamulleri satılıyordu. Daha sonraları yüzlerce Sağra Special mağazalar zinciri ülkenin her ilinde ve kasabasında yerlerini almaya başlamıştı. Ülkede kurulan ilk Franchising mağaza zinciri de başlamış olmuştu. Başta İzmir fuarı olmak üzere açılan tüm fuarlarda artık Sağra hep başköşe de oldu. Büyük ilgi gördü.
Başbakan Süleyman Demirel Ordu’yu ziyaret ettiğinde programı öğleden sonda Giresun’da idi… Giresun milletvekilleri bir an önce Başbakan Demirel’i alıp götürmek istiyorlardı. Hareket edecekleri sırada gazeteci Rıza Şimşek “Bey efendi şehrimiz de yeni bir fındık sanayi üretime geçti, bu işletmeyi görmelisiniz” bunun üzerine Demirel, mecburen Ordu Fatma hatun sokaktaki Sağra firmasına yürüyerek gidilip tesis geziliyor, uzun uzadıya bilgi alıyordu. Hareket öncesi Rıza Şimşek’in koluna giren Başbakan Demirel “Rıza Bey, eğer bu tesisi görmeyip sonradan duysa idim çok üzülürdüm. Fındık işte bu tesislerin sonunda değer kazanacak, yeni bir iş kolu ve fındık sanayi doğacak. Uyarınız için teşekkür ederim” demişti.
1980 li yıllara gelindiğinde Cumhuriyet mahallesinde önce bir baraka kurularak Nugatella burada üretilmeye başlanmıştı. Sağra Fabrikası inşaatları bir taraftan yükselirken Edip Özer, Temel Durhan, Kenan Poyraz, Tahir Odabaş, Bülent Felek, Nuri Öz, Emine Acar, Uğurcan Köksal, Banar Çebi, Rahmi Uzman, Metin Bacın, Hüseyin Soytaş mühendislik harikaları yaratıyorlardı. Fabrikanın biten bölümlerine teknolojisi yüksek makineler kurulmaya başlanmıştı. Tadelle ve Sarelle ülkenin market ve bakkalların da hemen yerini almıştı. Hatta çocuklar sokaklarda ellerinde 24’lü Tadelle kutuları ile satış yapmaya başlamışlardı. Sağra fabrikası yavaş yavaş büyüyordu. Sağra ailesi çikolatanın her kesim tarafından yenmesi ve tüketilmesine vesile olmuş, çikolata zengin tadı olmaktan çıkmıştı.
1982 yılında Almanya ya gittiğimde Alman Televizyonlarında Nutella reklamlarında Ordu fındığından imal edildiğinden ekranlara geldiğini görür sevinirdik.
İşte Ünal ve Yener Sağra’nın küçücük bir atölyede başlayan çikolata serüveni sonunda ülkemiz de devleşti bir numara olmuştu. Çikolata mağazaları ile taçlandı ve sonradan gelen nesillere ışık tuttu. Ünal Sağra’dan sizlere bir anekdot anlatayım. Ünal Bey “Fabrika yavaş yavaş büyüdü. Bizde biranda elimizde muazzam bir Pazar bulduk. Ayda üç ton Nugatella üretip satabilirsek ne mutlu diyorduk. Biranda Pazar payımız günlük binlerce ton oluverdi. Bölgede üretim yapmanın zorluklarını yaşadım. Şeker ve Fındık hariç tüm ihtiyaç duyulan malzeme ve ürünleri batıdan getiriyor tekrar batıya gönderiyorduk. Pahallı bir nakliye karşımızda, fiyatlara büyük etkisi var. Pazarın %60’ı İstanbul, eğer bir sermaye birikimimiz olsa idi, Fizibilite yapabilme imkânımız olabilse idi fabrikayı İstanbul civarına kurardık. Hava Alanının olmayışı yüzünden istenilen düzeyde idareci gelmedi. Getiremedik. Tabiat şartları yüzünden de rüzgâr hep önümüzden esti. İşin zorluğunu işin içinde yaşayan bilir. Hariçten gazel okumak kolaydır.” Diye bizlere anlatırdı. İşte Çikolatanın ve fındık sanayinin ilimizde başlayış öyküsü budur. Kendilerini tarih yazıyorum diyenlere ithaf olunur.
Yazının devamı haftaya sizlerle olacak.