20.01.2019
Karadenize, Karadeniz Ekonomiye ve Karadenizlilere selam olsun. Karadeniz eniştesi olarak sizlerle olmanın mutluluğu içinde bundan böyle her hafta yazılarımı sizlerle paylaşacağım.
Bu sütunlardaki ilk yazıma işadamlarımıza sormak istiyorum diye başlayacaktım ki; bir düzeltme yapma gereğini duydum. Artık işadamı ya da işkadını demiyoruz. İş insanı diyoruz ya. Bu düzeltmeden sonra, iş insanlarına soruyorum. Şirketinizi mi, çocuklarınızı mı daha çok seviyorsunuz?
İçinizden böyle soru mu olur? dediğinizi duyar gibiyim. Elbette çocuklarımızı daha çok seviyoruz. Ama gerçekler hiç de öyle değil. Çocuklarımızı yabancı uyruklu ya da içimizden bir bakıcıya teslim ediyoruz. Çocuklarımız bütün gün onlarla birlikte olduğu için de --maalesef- zamanla onlar gibi konuşup onlar gibi düşünmeye başlıyorlar. Öte yandan şirketlerimizi ise profesyonel yöneticilere teslim etmeye korkuyoruz. İşte bu noktada anlıyoruz ki kurumsallaşma hedefimiz sadece sözde kalıyor.
Patronlar kurumsallaşma deyince bütün yetkileri müdürlere devretmek olarak algılıyor. Halbuki istişare kültürü, işi ehline vermek, liyakat… Bunlar bizim dinimizin de gereği. Patron şirkete alınacak masa sandalyeyle uğraşmaya başladığında eller havaya diyorum. Daha da vahimi; bırakın profesyonellere işi bırakmayı, ikinci kuşak yetişmiş çocuklarıyla da işini paylaşmıyor. O zaman şirketin yaşam süresi de patronun ömrü ile sınırlı oluyor. İkinci kuşak da şirketi kendi arasında paylaşıp herkes kendi yoluna gidiyor.
Kurumsallaşma demek patronun şirketten elini ayağını çekmesi demek değildir. Patron patronluk yapar, tecrübesiyle yönetenlere örnek olur. Şirketin genel müdürü gibi davranmaz. Hayattayken şirket anayasasını yazar. Çocukları arasında iş bölümü yapar. Büyük olan çocuğunu değil, işi yapabileceğine inandığı çocuğunu işin başına geçirir. Duygularıyla hareket etmez. Çocuklarını ve yöneticilerini, bu duruma uygun şekilde yeteneklerine göre görevler verir. Patron, geleceği düşünür. Dünyayı dolaşır ve rakipler ne yapıyor, dünyada neye talep var ya da neye talep olabilir diye düşünür. Şirketinin geleceğini şekillendirir. Çocuklarını yeteneklerine göre eğitir. Sanatçı ruhlu çocuğunu sırf büyük olduğu için şirketin başına geçirmez. Bir vakıf kurar ve bu çocuk vakfın başına gelir. Babasının adını sonsuza kadar yaşatacak projelere imza atar.
Patronlar maalesef çocuklarını yurt dışında okuttuktan sonra memlekete geldiğinde ilk iş olarak altlarına son model bir araba alıyor. Yönetim kurulu üyesi ya da başkan yardımcısı diye kart bastırıyor. Güzel bir odaya yerleştiriyor. Çocuklar ne olduklarını şaşırıyor. Kim şaşırmaz ki! Ben diyorum o zaman bu şirkete dikkat edin. Şirketin ömrü babanın ömrü ile sınırlı. Pekiyi ne yapmalı? Çocuklarımızı önce başka şirketlerde çalıştırmalı. Sonra kendi şirketinde en alttan başlamalı. Bunu yaparken annelerin sesine de kulak kapatmalı. Bizler iyilik yapayım, kendi çektiğimiz sıkıntıları çocuklarımız çekmesin derken aslında onlara en büyük kötülüğü yapıyoruz.
Şirketlerimizi yaşatmak için önce çocuklarımızı doğru yaşatmamız lazım.