8.07.2024

Çaykur ne alaka!

Hesap uzmanlığından daire başkanlığına geçtiğimde kariyerimin geri kalanını devlette tamamlayacağımdan emindim. Genel müdürlük, belki müsteşarlık yapacak, memurluktan emekli olacaktım.

Bürokrasideki ilk yılımın sonunda liyakatin bir yere kadar olduğunu anladım. Genel müdür, müsteşar olabilmek için liyakat aransa bile, ki her zaman değil, siyasi aidiyet, angajman daha önemliydi.

Angajman deyip geçmeyelim!

Bir kez, siyasetle platonik ilişki işe yaramıyor. Sevgi gibi siyaset de emek istiyor! Onun için çalışmak, çabalamak, ilişki geliştirmek, tanımak, tanınmak, herkesin işine koşmak gerekiyor.

Benimse siyasetle ilişkim platonikti. Karşılıksız!

Ama şans bir gün benim kapımı da çaldı!

Hazine Müsteşar Vekili üstadımız aradı, görüşmek için davet etti, gittim. Devlet Bakanı Eyüp Aşık'ın Çaykur'a genel müdür aradığını, beni önermek istediğini söyledi. Şaşırmıştım. Çaykur'la alakam her çay severin olduğu kadardı. Ordulu olmama rağmen Rize'yi görmemiştim bile.

Üstat, bunları söylememe rağmen beni Eyüp Aşık'la görüştürmekte ısrarlıydı. Çaykur'un ağır finansman sorunlarının bulunduğunu, bakanlıklarla, bankalarla ilişkilerinin önemli olduğunu, Rize'den daha çok Ankara'da zaman geçirmem gerekeceğini, Mesut Yılmaz'ın Rizeli olması nedeniyle Çaykur'la yakından ilgilendiğini vs anlattı.

Görüşmeye ikna oldum. Ama zamanlama daha kötü olamazdı. Bakanla görüşmemin olduğu gün hastaneye yatacaktım.

Gözlerimin önce birisinde, sonra diğerinde ortaya çıkan bir nokta büyüyor, her geçen gün görme kaybım artıyordu. Bir kaç gündür dünyaya koyu bir sis tabakasının ardından bakıyordum.

Günlerdir süren hastane tetkiklerine, tahlillere, araştırmalara rağmen göz sinirlerimdeki bozulmanın nedeni bulunamıyordu. Gözlerimi kaybediyordum.

İşin garibi yoğun gündemin, hay huyun içinde yaşadığım sorunun vahametini kavramaktan uzaktım. Doktorumun ısrarına rağmen hastaneye yatmayı geciktiriyordum.

Bakan'ın odasına girdiğimde, masasının önündeki koltuklarda 5-6 kişinin oturduğunu gördüm. Yüzlerini seçemiyordum. Şansıma Bakan gruptan ayrılarak karşılamaya geldi. Kendimi tanıttım, beni çalışma masasına aldı.

Ve benden o gün en kötü ne istenebilirse onu istedi. Özgeçmişimi yazmamı!

'Körüm ben, körüm', diyemedim. Bir şeyler karalamaya çalıştım. Yazım okunaklı değildir, görmeden yazdıklarımsa kelimenin tam anlamıyla bir karalamaydı.

Özgeçmiş karalamasını bırakıp oradan ayrıldım. Bir iki saat sonra Hacettepe'de hasta yatağımda ne içeri girenleri tanıyabiliyor ne önüme konulan yemeği seçebiliyordum.

Tahmin edeceğiniz gibi Bakan'dan dönüş olmadı. Bıraktığım karalamayla alakası olduğunu sanmıyorum. Özgeçmiş yazmamı istediğinde beni o görev için düşünmediğini zaten anlamıştım.

Ya benimle görüşmeden önce o göreve uygun birisini bulmuştu ya da tipimi beğenmemişti! Ne de olsa her yüz her göreve uygun değil. Henüz 34 yaşında, çocuk yüzlü, bıyıksız, üstüne üstlük gözleri görmediği için boş boş bakan birisiydim!

Karadeniz'in İlk ve Tek Ekonomi Portalı

Okumak İçin Resimlere Tıklayınız.
Kapat
× Anasayfa Abone ol Tüm haberler Ekonomi Bölgesel Şirketler Gündem Belediye Sektörler Politika e-Dergi e-Gazete Web TV Künye Karadeniz sohbetleri Yazarlar